40. SANAT YILI
OSMAN SAHIN - Edebiyat & Sinema
Goztepe, Istanbul
Turkey
ph: 216.363.5676
osman
Soke Ekspres...
Osman Şahin; “ Sinema ve Edebiyat” balıklı sunumuna; ünlü film yönetmeni Costa Gavras’ın “ edebiyat, sinemanın anasıdır” sözü ile başladı. Osman Şahin;
“Benim sinema maceram Yılmaz Güney ile başlar. Yılmaz Güney’in senaryo yazmayı öğrettiği ender öykücülerden biriyim” dedi. Osman Şahin konuşmasının devamında Yılmaz Güney üzerinden Türkiye sinema tarihçesinden anılarını anlattı. Ayrıca senaryosunu yazdığı birçok film ve edebiyat ilişkisi hakkında bilgi verdi ve “sinemanın dili de bir şiirdir” dedi.
Yapılan sunumlardan sonra “Tartışma ve Dinleyici Katılımı” gerçekleştirildi. İzleyiciler çeşitli sorular yönelttiler. Sorulardan birine Osman Şahin;
“Amerikan filmleri sinema salonlarımızı adeta sarmış durumda. Bir Amerikan filmi geldiğinde, 400’ün üzerindeki sinema salonunda aynı anda oynatılıyor ve bu sürede bizim filmlerimize boykot uygulanıyor. Bir ülkeyi ile geçirmek istiyorsanız; o ülkenin sinema salonlarını ele geçirin” dedi.
“Türk Sineması Film Afişleri” Sergisi
Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri kapsamında 9 Ekim Perşembe günü “Türk Sineması Afişleri” sergisi açılmış ve ünlü sinema tarihçi ve arşivcisi Agah Özgüç’ün kendi arşivinden seçtiği önemli 40 filme ait afişin yer aldığı sergi büyük ilgi görmüştü.
Kuşadası İlçe Halk Kütüphanesi Salonu’nda açılan sergiyi çok sayıda sanatsever gezerken, sergide; Susuz Yaz, Vurun Kahpeye, Mine, Yılanların Öcü, Böcek, Kuyucaklı Yusuf, Züğürt Ağa, Adak, Su, Zıkkımın Kökü, Benim Sinemalarım gibi önemli Türk filmlerinin afişleri yer almıştı. Züğürt Ağa, Firar ve Adak gibi afiş sergisinde yer alan pek çok filmin senaryo yazarı Osman Şahin yaptığı sergi sırasında yaptığı açıklamada;
“Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri’ne katılmaktan dolayı memnun olduğunu” belirterek;
“37 yıllık yazarım. Eserlerimden 23 tanesi senaryolaştırılarak sinemaya uyarlandı. Senaryosu bana ait filmlerin afişlerini bugün Kuşadalılarla paylaşmaktan onur duyuyorum” demişti.
Osman Şahin, afiş sergisinin ardından senaryosunu yazdığı filmlerin afişlerini de tanıtmıştı.
Sinema ile maceram Yılmaz Güney’le başladı; 1971 yılında TRT Öykü Büyük Ödülü’nü kazanan yapıtım Kırmızı Yel yayımlandı. O zamanlar ülkemizde duyarlı, devrimci bir rüzgar esmekteydi. Ülke sorunlarına her yerde ilgi büyüktü. Bu yüzden olsa gerek, Kırmızı Yel çok ilgi gördü. Kısa zamanda baskı üstüne baskı yaptı. Tanınmış edebiyaçılarımızdan övgüler aldı.Aynı yıl, ekim ayında, Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney, en iyi oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi film, en iyi senaryo dallarında dört Altın Koza ödülünü birden aldı.Yılmaz Güney, tam anlamıyla ününün doruğundaydı. O zamanlar, günümüzdeki gibi TV, medya, telefon, faks gibi iletişim araçları yoktu. İzmit Ticaret Lisesi’nde beden eğitimi öğretmenliği yapmaktaydım. Radyo da, Yılmaz Güney’le yapılan canlı bir röportajı dinlemekteydim. Röportajı sunan sunucu, Yılmaz Güney’e “Bundan sonraki film projenizden söz eder misiniz?” diye sorunca, Yılmaz Güney, “ Bundan sonra Osman Şahin’in TRT Öykü Büyük Ödülü’nü kazanan Kırmızı Yel’ini filme çekeceğim” dedi. Ben adımı radyodan, Yımaz Güney’in ağzından duyunca hem şaşırdım, hemde sevindim. Ertesi gün iki telgraf birden aldım; biri bizzat Yılmaz Güney’den geliyordu, diğeri de Güney Flimcilik’ten geliyordu. Telgraflarda; “Güney Flimciliğe acele gelin, görüşelim.” deniliyordu. Vakit geçirmeden İstanbul’un yolunu tuttum. Sevgili arkadaşım Bekir Yıdız’la birlikte Beyoğlu’nda Ağa Camii’nin ardındaki binada bulunan Güney Film’e gittik. İkindi üstüydü. Sevgili Mahmut Tali Öngören ağabeyim, o zamanlar Güney film’in başındaydı ve genel müdürdü. Yılmaz Güney’i ilk kez yakından görüyordum. Koyu lacivert kadifeden bir ceket giymiş, beyaz gömleğinin yakasını ceketinin üstüne çıkartmıştı. Kucakladı, yanaklarımdan öptü beni. Kırmızı Yel’i okuduğunu, çok sevdiğini, kitaptaki bütün öyküleri yirmişer dakikadan oluşan, özgün bir sinema filminde toplamak istediğini, bu öykülerin hepsini doku bağı olarak birbirinin devamı olduğunu söyledikten sonra devam etti:
“Babam, senin canlı bir gözlem gücün var. Çok iyi detay veriyorsun.O kadar ki, kamerayı eline alıp senaryoya, yazılı bir metne gerek görmeden çekeceğim geliyor.Sen aslında sinemacısın babam. İşin en güzel yanı da bu sinemacı olduğunun farkında olmaman.” dedi.
Evimin adresini aldı, tekrar görüşmek üzere ayrıldık. Bir hafta sonraydı; akşam karanlığında, İzmit’teki evimin önünde sarı renkli, Fiat marka bir özel otomobil durdu.İçinden Yılmaz Güney, değerli eşi Fatoş Güney, kucağında kırk günlük küçük Yılmaz Güney ve sevgili Bekir Yıldız indiler. Elimizden geldiğince onları ağırlamaya çalıştık.Yılmaz Güney, hemen konuya girdi.
“Kırmızı Yel’i filme çekmek istiyorum.Kırmızı Yel’i dört mevsimde çekmek istiyorum.Avrupa’dan ses uzmanları getirteceğim.Ülkemizde gelişen dinci-şeriatçı akımların canlarına okuyacağım. Bu flimle dünyaya açılacağım.Ayrıca ilerde Antalya’da çok büyük bir film stüdyosu kuracağım. Şimdi ben sana bu Kırmızı Yel için kaç para vereceğim? Yani bana hikayeni kaça satıyorsun?” dedi.
Çok şaşırdım.Yeşilçam’dan filme çekilecek olan bir hikayenin fiyatından haberim yoktu. Bütün içtenliğimle: “Yılmaz ağabey, ben sizden nasıl para isteyebilirim? Benim fazla param olsa bu hikayeyi filme çekmeniz için size verirdim. Ama yok.Karı koca öğretmen maaşımızdan başka gelirimiz yok.Ben bu öyküyü size veriyorum.Beş kuruş parada istemiyorum.” dememe karşın, kabul etmedi.Elini omuzuma koyarak:
“Babam, biraz profesyonel ol! Emeğini kimseye bedava verme.Ben bu hikayeden film yapacağım ve çok büyük paralar kazanacağım.Onun için sana bu hikaye bedeli olarak on bin lira veriyorum.”
dedi. Şaşırdım kaldım. On bin lira o zamanlar benim bir yıllık maaşıma eşitti. Ve yine sonradan öğrendim ki, Yeşilçam’da bir film öyküsünün fiyatı iki bin lira kadarmış. Kabul ettim. Sonra Güney Film’e giderek parayı aldım.Kırmızı Yel’i genişlettim, elimden geldiğince film öyküsüne dönüştürmeye çalıştım. Ama bir edebiyat öyküsü ile bir film öyküsü arasındaki farkı o zamanlar bilmiyordum. Yılmaz Güney, daha sonraki görüşmemizde bana bu konuda yardım etti. Öyküdeki edebi anlatımdan çok resimlenebilir, görüntülenebilir yanını çıkartmamı söyledi. Öylede yaptım. Kırmızı Yel,1972 yılı yazında çekilecekti. Ama ne yazık ki, Yılmaz Güney, “Mahir Çayan olayı” nedeniyle İstanbul Sıkı Yönetim Komutanlığı’nca gözaltına alındı. Ve ancak 1974 affıyla dışarı çıkabildi. Yine Güney film’de buluştuk, kucaklaştık. Yılmaz Güney, ceza evinden çıkar çıkmaz film çekimlerine başlamıştı. Arkadaş filminin çekim hazırlıklarıyla meşguldu. Bana sonbaharda ‘Kırmızı Yel’ için ‘motor’ diyeceğini, kendi çocuğu Yılmaz Güney’i tarlada harmanın ortasında rolü gereği kurban edeceğini, ‘Arkadaş’ filminden sonra, Çukurova’da pamuk ırgatlarının sorunlarıyla ilgili bir film yapacağını söyledi. Ayrıldık.
Bu kez de “ Yumurtalık olayı” oldu. Ve Yılmaz Güney, yıllar sürecek bir cezaevi yaşamına başladı. Kırmız Yel’i yıllar sonra Başar Sabuncu’nun senaryosundan Atıf Yılmaz Adak adıyla filme çekti. Bütün İslam Ülkelerinde gösterilmesi gereken ‘Adak’ filmi, kanımca modern sinema klasiklerimiz arasında yer almalıdır. Atıf Yılmaz çok iyi yönetmen ve montaj örneği gösterdi. Tarık Akan çok iyi bir oyun verdi filmde.
İkinci öykü kitabım olan Acenta Mirza’da yer alan “Musellim ile Kuşde” adlı öykü 1972 yılında, sayın Mehmet Fuat’ın yönettiği Yeni Dergi’de yayımlandı. Yönetmen Fevzi Tuna’dan bir mektup aldım. Öyküyü çok sinemasal bulduğunu, filme çekmek istediğini söyledi. Ayrıca arabasıyla İzmit’e geldi. Görüştük. Daha sonra ben İstanbul’a giderek Fevzi Tuna ile film bürosunda buluştum ve anlaştık. Öykü senaryolaştı. Senaryonun diyaloglarını sayın Tarık Dursun K yazdı. Film, ‘Kızgın Toprak’ adıyla, Eskişehir Porsuk çayı dolaylarında çekildi. Kısa bir süre bende çekimde bulundum. Fevzi Tuna, bana senaryoyu verdi. Ama benim sinema bilgim yeterli olmadığı için senaryodan hiçbir şey anlamadım. Sonra ki yıllarda senaryodaki görüntüyü, resmi görmeye başladım. Kızgın Toprak’ın Sinematek’teki ilk gösteriminde bulundum. Çok şık, kibar beylerin, hanfendilerin ortamında kendimi çok yabancı buldum. O zaman bana sayın Fatma Girik ile kaybettiğimiz değerli karakter oyuncusu Hayati Hamzaoğlu’nun gösterdikleri yakınlığı unutamam. Sonuçta Kızgın Toprak tam sekiz ülkeye satıldı. İyi iş yaptı.
‘Kızgın Toprak’ın başarısı üzerine, yönetmen Korhan Yurtsever, yine Kırmızı Yel’de yer alan “Fırat’ın Cinleri” öyküsünü satın aldı. Senaryosunu sevgili dostum, değerli karakter oyuncularımızdan rahmetli İhsan Yüce yazdı. Film 1977 yazında gerçek mekanlarda çekildi.Betül Aşçıoğlu, Aytaç Arman, Tugay Toksöz ve İhsan Yüce rol aldılar. Fırat’ın Cinleri,1978 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde iki ödül aldı. En iyi üçüncü film ve Cahit Berkay en iyi müzik ödüllerini aldılar. Yine aynı yıl (1977) Kırmızı Yel’deki “Fareler” adlı öykümü, Arzu Film adına sayın Ertem Eğilmez satın aldı. Hoş sohbet, dünya tatlısı bir insandı Ertem Eğilmez. Kendisi Cağaloğlu’ndan Çağlayan yayınlarından Yeşiçam’a geçmişti. Yazarların evrenini çok iyi biliyordu. “Fareler” bir yıl sonra “Kibar Feyzo” adıyla çıktı ortaya. Feodaliteyi hicveden çok iyi bir film oldu. Moskova Film şenliği’ne katıldı. Kemal Sunal, Şener Şen, Müjde Ar , İlyas Salman filmin önemli oyuncuları arasındaydılar.
Daha sonraki yıllarda “Derman” ve “Tomruk” filmleri çekildi. Derman’i film öyküsü olarak yazıp vermiştim Şerif Gören’e. Senaryosunu Ahmet Soner yazdı. Film gerçek mekanı Hakkari’de değil de, Ağrı yöresinde çekildi. Derman filmi ben hapisteyken (1983) yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Hülya Koçyiğit’e en iyi kadın oyuncu ödülü, Yeni Türkü gurubuna en iyi müzik, Talat Bulut’a en iyi yardımcı erkek oyuncu, filme en iyi “ikinci film” ödüllerini kazandırdı. Derman benim öykülerimden uyarlanan filimlerin içinde en çok ödül alan filmdir; on ödül. Talat Bulut bu filmdeki rolüyle Karlovari Film Festivali’nde en iyi erkek karakter oyuncu ödülünü kazandı. Şam Arap Ülkeleri Altın Kılıç ödülünün yönetmen Şerif Gören’e de, İspanya’da Bastin ödülünü, aynı yıl Kültür Bakanlığı ödüllerini kazandırdı. Tomruk filmi de en iyi filmlerimizden biri oldu.
İnsanın doğa ile ve kendisi ile olan mücadelesini anlatan,Kadir İnanır, Yaman Okay, Selçuk Özer, Serpil Çakmaklı’nın rol aldığı bu film yine 1983 yılında Antalya’da en iyi görüntü ve en iyi “üçüncü film” ödüllerini kazandı. 1984 yılında, benim Acı Duman öykü kitabımda yer alan “Beyaz Öküz” öyküsünü, Alman yapımcılar satın aldılar. Erdem Kral, filmi yunanistan’da çekti. Bu filmin Türkiye’de çekilmesine izin verilmedi. Ülkemizin her yanında sıkı yönetim vardı. Beyaz Öküz, Ayna adıyla (Almanca, der spigel) çekildi. Önemli flimlerimizden biri oldu. Film Türkçe çekildi. Yunanlı oyuncuların yanı sıra başrolleri, Nur Sürer, Suavi Eren, Hikmet Çelik oynadılar. Ayna uluslar arası dört büyük ödül kazandı. Ayrıca Avrupalı yönetmenler tarafından seçilen, yüz yılın en iyi on filmi arasına, hem de ikinci film olarak girdi. Böylece hemen her öykü kitabımda en üç öyküm filme alınmış oldu. Acı Duman’da yer alan “Kanın Masalı” adlı öyküm ‘Kan’ adıyla filme alındı. ‘Kan’, senaryosunu benim yazdığım ilk filmler’den biridir. Yine ‘Acı Duman’da yer alan “Kör Gülüşan” adlı öykü, aynı yıl Bilge Olgaç tarafından ‘Gülüşan’ adıyla filime alındı. Bu filmler de ödüller aldılar. Ve bu böylece sürüp gitti. Öykülerimden uyarlanan filimlerin sayısı 23’e ulaştı. Bu filmlerin yurt içi ve yurt içi şenliklerinde, sinemamıza kazandırdığı ödül sayısı 35’i geçti. Bu filmler, en son bana, 1999 yılında, 36.Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, sinemamıza yaptığım katkılardan ötürü Yaşam Boyu Altın Portakal Onur ödülünü kazandırdı…
1947 Yazında, Toroslar’ın bin beş yüz metre yüksekliğindeki köyümde, öğlen üstü motor sesleri duyuldu. Çoğu köylüler bu gürültüyü uçak sanarak gökyüzüne baktılar. Oysa bu gürültü gökten değil terden geliyordu. Az sonra köyün daracık tozlu yolunda, kuyruklarını dikmiş, ürkmüş, kaçışan sığırlar göründü. Neler oluyor demeye kalmadan, üzerinde öyle güneşi parlayan, cam gözlü bir araç belirdi yolun ağzında. Kalın tırtıl tekerli, kocaman pikap, köy meydanının ortasında durdu. Kahve boşaldı, herkes pikaba doğru koşuştu. Pikabın tekerleri, cant demirlerinin gözleri tıka basa çamurla doluydu. Köyümüzde araç yolu olmadığı için yorucu, uzun bir yolculuktan sonra köyümüze gelebilmişlerdi.
Pikabın kapısının üstünde el sıkışan iki elin kolyenlerinden birinin manşet düğmesinin üstünde ABD bayrağı, öbüründe ise Türk Bayrağı vardı. Yanılmıyorsam, “Amerikan Halkından Türk Halkına El Ele” gibisinden bir de yazı vardı.
Gelen Pikaptan beş kişi indi. Safari ceketli, pantolonlu, şapkalı olanı ABD’liydi, öbürleri Türk’tüler. Türk’lerden biri, ABD’liye çevirmenlik yapıyordu.
Muhtar ile köyün ileri gelenleri, görülmemiş bir meraklı kalabalığın ortasında, konukları, ulu çınarın gölgesindeki kahveye buyur ettiler. Çaylar, kahveler geldi.
Bunlar kimlerdi? Niçin gelmişlerdi? Bu konuda henüz hiç birimiz en ufak bir şey duymuş öğrenmiş değildik. Konuklar çınarın gölgesinde otururlarken, biz çocuklar pikabın çevresine doluştuk. Çünkü pikap, o güne değin ömrümüzde görebilme şansına erdiğimiz üçüncü motorlu araçtı. İlki, bir belediye kamyonuydu, iki yıl önce gelmişti; ikincisi bir candarma cipiydi, bir yıl önce gelmişti. İşte bu heves ve merakla pikabın çevresini doldurarak, aracın kalın dişli tekerlerine, kocaman camdan gözlerine, altına, üstüne, yarı açık bir ağızla bakmaya başladık. Birçoğumuz onu canlı bir nesneye benzeterek elimizi bile sürmeye çekiniyorduk. Ayaklarımız yalın olduğundan, kendimiz için usumuzdan geçirdiğimiz, en korkulu düşlerimizden biri olan diken batma olayını, pikap için de geçiriyor: “Acaba bunun tekerlerine de diken batar mı?” gibisinden safça sorular soruyorduk birbirimize.
O zamanlar yüzü gözü güneşte yanmış, üstünde upuzun entariden başka giysisi olmayan, yalın ayak, başı çıplak bir oğlan çobanıydım.
Derken, pikablı konukların köyümüze niçin geldiklerini köy tellalı Kart Ali’nin bağırıp çağıran uzun gür sesinden öğrendik. Köyün en yüksek damının üstüne çıkan tellal Kart Ali, eli kulağında: “Eeeeyy Milleeet! Köyümüze film geldi. Karanlık çökünce seyirlik için herkes mektebin önüne gelsin. Sonra duyduk duymadık demeyin!” diye bağırıyordu.
Gün battı, akşam oldu. Muhtar, Öğretmen, köyün ileri gelenleri, koltuklarının altına sıkıştırdıkları küçücük yer minderleriyle, kimi de üstüne oturmak için eline aldığı boş gaz teknesi, tabure ve sandalyeyle okul meydanına doğru küçük bir göç başladı köyümüzde. Meydana minderlerini, boş gaz tenekelerini, taburelerini, sandalyelerini koyarak oturdular. Sırtlarına sardıkları bebeleriyle gelen kadınların konuşmaları, ağlaşan çocukların sesleri aldı ortalığı. İnsanların çoğu kuru toprağın üstüne oturmuş, çömelmişlerdi. Birçoğu ayakta, birçoğu da yere uzanmıştı.
Meydanın kenarındaki lahana tarlarına pikabı çektiler. Pikaptan üç ayaklı, madeni, kalın bir sehpa çıkardılar. Sehpanın iç içe geçmiş ayaklarını çekip uzattılar. İnsan boyundaki yüksekçe sehpayı meydanın bir ucuna götürerek, üç ayağının üstüne oturtup diktiler. Ayrıca sehpanın üstünden dikine, uzunca madeni bir çubuk çekip çıkardılar. Ardından haritaya benzeyen rule edilmiş nesneyi, çubuğun çengeline taktılar. Rule edilmiş nesneyi aşağı doğru çekince, dört metrekarelik “Beyaz Perde” çıktı ortaya. İşte benim yaşamımda gördüğüm ilk “Beyaz Perde”ydi bu.
Okuldan getirilen masanın üstüne kocaman, kara bir makine koydular. Makinanın boynuzlara benzeyen çatallarına bir çift madeni makara taktılar. Lahana tarlasının ortasında duran pikap çalıştırıldı. Film makinasının konulduğu masaya doğru kara, kalın bir elektrik kordonu çektiler. Az sonra film makinasının objektif gözünden güçlü bir ışık fışkırmaya başladı “Beyaz Perde”nin üstüne. Derken, benim bigi çocuklar için o gün olay başladı; film makinasının iri gözünden fışkıran güçlü ışıktan “Beyaz Perde”ye vuran 5, 4, 3, 2, 1 rakamlarının ardından, o güne değin ömrümüzde görmediğimiz türden insanlar, hayvanlar akmayabaşladı. Çıplak, güçlü, pehlivan yapılı bir adam, balta girmez ormanların içinde, halatlarla ağaçtan ağaca uçuyor, elini ağzına götürerek bağırıyor, filler, aslanlar ve maymunlarla arkadaşlık ediyordu. Kadın izleyiciler birden bire karşılarında çıplak Tarzan’ı görünce yönlerini öteye çevirdiler, utandılar. Bazı çocuklar da, aslan ve fillerden korkup ağlayınca filmi durdurdular. Film ters tepki yapmıştı. Ardından hemen çizgi film koydular. Analarımızın, babalarımızın bizlere anlattıkları Dedem Korkut Masalları’na, Tepegöz’e Deli Dumrul’a benzemeyen tipteki bir dev, Beyaz Perde’nin üstünde, akıllı, kurnaz, küçücük bir fareyi yakalamaya çalışıyor, fare de eline geçirdiği püskürtücü ilacı, devin üstüne sıkınca, dev, sönmüş balon gibi küçülüyor, Fareden küçük hale gelince de bu kez o fare kaçmaya çalışıyordu. Yıllar sonra öğrenecektim bu filmin Walt Disney’in, “Miki Fare” çizgi filmi olduğunu…
Çizgi filmin ardından, biri zayıf, öbürü şişman, aynı fötr şapkaları giymiş iki insanın, (Laurel-Hardy) filmi oynadı. Sonra Amerikan-Japon savaşına ait belgesel bir filmin gösterimine geçildi. Gemileri, ateş eden, topları, tankları, savaşın korkunçluğunu ilk kez o filmde gördük diyebilirim. Seferberlikten kalmış dedelerimizin bizlere defalarca anlattıkları savaşın aslı bu olmalıydı. Derken filmde ateş alan bir savaş uçağı, beyaz perdenin tam ortasına düşüp patlayınca, perdeye yakın duran köylülerin kaçıştıklarını unutamam.
Savaş filminin ardından, ABD’li çiftçilerin nasıl mısır yetiştirdiklerini gösteren belgesel bir filme geçildi. Amerikalı çiftçilerin yemek yiyişleri, duşta yıkanmaları, dinlenmeleri veriliyordu filmde.
Filmler o denli ilgi uyandırmış, o denli şaşırtmıştı ki, hepimizin ağzı yan açık kalmıştı; ağzımıza sinek kaçsa haberimiz olmaz cinsinden.
Filmin oynatıldığı okul meydanının çevresinde koruma çiti, duvar, hatıl, dikenli tel vs. olmadığı için, o akşam tarlalarından dönen atlı, eşekli kadınlar, erkekler, çocuklar, önlerine katıp sürdükleri sığırları, koyunları, keçileri, sırtları yüklü develeri ile meydanın kenarındaki ziraat yolundan geçerlerken, hayvanlarını durdurmuşlar, hepimizin merakla izlediği filmleri at ve eşeklerin üstünden izlemeye koyulmuşlardı. Çan sesleri almıştı ortalığı. Ta ki, önlerine katıp sürdükleri inekler, koyunlar, keçiler, develer, başkalarının bağına bahçesine giripte bağırıp çağırmalar başlayıncaya değin.
O nesneler, kişiler, hayaller, dümdüz beyaz perdenin üstünde nasıl duruyor, nasıl hareket ediyorlar, nasıl birden bire ortadan kayboluveriyorlardı? O kocaman resimler, küçücük makinanin içinden fışkırırcasına nasıl çıkıyor, bir yerlere toz gibi uçup gitmeden beyaz perdeye kadar, nasıl ulaşıyor, yansıyabiliyordu? Bu ve buna benzer sorular, o yaştaki biz çocukların akıllarının alacağı şeyler değildi. Böylesi soruları o zamanlar, her şeyi bildiklerini sandığımız, en yakın ana babalarımıza da soramazdık; hem okumaları yazmaları yoktu, hem de, onlar da bizimle birlikte sinema denilen olayı ilk kez görüyorlardı. Sinemayı görme yaşımız aynı olduğundan, onların bizlerden farklı bir şey söyleyebileceklerini düşünemezdik bile.
Ertesi yaz köyümüze, önleri eşekli iki çerçi geldi. Yıllarca köyümüze tabak, çanak, sabun, inci boncuk, hoş kokular, ayna vs. satan çerçilerden farklı kişilerdi bunlar. “Sinema Çerçileri”ydi onlar. Sinemanın da çerçisi olurmuymuş demeyin, şöyle;
Çerçilerden biri, eşeğin üstüne uzunlamasına bir sandık yüklemiş, sandığın içine sekiz milimetrelik bir sinema makinası ile, gazla çalışan küçücük bir elektrik üreticisi motor koymuştu. Öbür çerçinin eşeğinin üstündeki heybeden, torbalarının içinde de film kutuları ile film makaraları vardı.
Sinema Çerçileri, köy muhtarından izin aldıktan sonra, okul meydanına yüklerini indirdiler. Sandıktan motorlarını çıkararak, yere, çivilerle çakıp tutturdular. Herşeyi oldukça basitti, döküntüydü, pratikti. Karşıdaki iki kavak ağacının arasına da kocaman beyaz bir çarşaf gerdiler. Köy tellalının avucuna birkaç kuruş sıkıştırarak: “Sinemacı Geldiii! Sinemacı Geldiii!” diye sağda solda birkaç kez bağırttılar. Motoru, makinayı çalıştırdılar. Elektrik üreten küçücük motor akıl almaz bir gürültü yapıyordu. Derken film başladı. Ne ki, oynattıkları filmlerin hiç birinde bir bütünlük yoktu. Adını, yıllar sonra duyacağım İsmail Dümbüllü’nün filminden bir parça oynatıyorlar, ardından, Mısırlı Abdülvahap’ın “Aşkın Gözyaşları”, Ümmü Gülsüm’ün filmleri, “Beyaz Gül”, “Yaşasın Aşk” gibi çok acıklı filmlerden parçalar oynatıyorlar, herkesi ağlatıyorlardı. Filmin en acıklı yerinde, filmi durduruyorlar, şapkalarını açarak, “Gönlünüzden ne koparsa”, diyerek film parası topluyorlardı. Üstelik filmlerin çoğunda ses falan da yoktu, sessiz yerlerde, Sinema Çerçileri’nden biri kendi kafasına göre, bağıra çağıra anlatıyor, filmi böylece seslendirmiş oluyordu.
Sinema Çerçileri’nin, kent sinemalarında oynaya oynaya eskimiş, çizik çizik olmuş, sonra da hurdaya çıkmış, atılmış filmlerin parçalarını birbirine ekleyerek oluşturdukları filmlerdi bunlar. Dahası, filmler oynarken, rüzgâr çıkıyor, kavaklardan birinin dalına iğreti şekilde tutturulmuş kocaman beyaz çarşaftan perdenin ucu boşanıyor, üstündeki görüntülerle birlikte, rüzgârda bayrak gibi dalgalanıyordu.
Oynayan film parçalarının birinde, genç ve güzel bir kadını, eşkıyalar kaçırıyorlar, kadın da durmadan:
“Kurtar beni Ekrem! Kurtar beni Ekrem!” diye bağırıyordu. İzleyiciler arasında pehlivan yapılı, Ekrem adında bir genç vardı. Köylüler laf olsun diye:
“Ekrem, duymuyor musun, kadın seni çağırıyor?” demeleri üzerine, Ekrem bıçağını çekerek yerinden fırladı.
“Ulan içinizde ehli Müslüm yok mu?” diyerek, bir ucu rüzgârda pır pır dalgalanan çarşaftan Beyaz Perde’ye doğru atıldı.
Mızrağıyla, yel değirmenine saldıran çağdaş Donkişot’lardan biriydi Ekrem. Film hemen durduruldu.
“Ne yapıyorsun be kardeşim? Delirdin mi? O bir hayaldir. Hayale saldırılır mı?” diye çıkıştılar Ekrem’e.
İşte, çağımızın büyük sanatı “Sinema” ile tanışmamın ilk saf, çocuksu öyküsüdür bu.
Yıllar sonra köyümüzde yüzeli kişilik “Arı Sineması” açıldı. Bakkal dükkânları ile köy kahvesinin duvarlarını renkli film afişleri süsledi. Böylece sinema denilen olay, köyümüzün günlük yaşamına girmiş oldu.
Bana gelince, hiç aklıma gelmezdi, bir gün öykücü, romancı, senarist olacağım, sinemamızın bir bireyi durumuna geleceğim; yirmi ikiden fazla öykü ve senaryomun filme uyarlanacağı; bu filmlerin yurt dışında, içinde sayısız ödüller kazanacağı, televizyonda defalarca oynayacağı…
Bütün olumsuz koşullara karşın, sinemamızın yüzüncü yılı kutlu ve mutlu olsun diyorum…
(*) Süleymâ Murat Dinçer’in hazırladığı, 1997 yılında yayınlanan “Türk Sineması Üzerine Düşünceler” adlı kitapta yayınlanmıştır.
Televizyon belgesellerinin birinde izlemiştim; nehirlerin efendisi sayılan timsah, avını zorlukla yuttu, mideye indirdi. Sonra nehirden çıkarak kumsala uzandı. O ara bir kuş belirdi önünde. Martıya benzeyen, martıdan az küçük, uzun bacaklı, sivri, kırmızı gagalı bir kuştu bu. Timsah, kuşu görünce ağzını kocaman açtı. Kuş girdi ağzın içine. Timsahın dişleri arasındaki leş kırıntılarını yemeye başladı. “Kürdan Kuşu” diyorlardı adına kuşun. Timsah, her an ağzını kapatabilir, kuşu küçücük bir lokma gibi yutabilirdi, ama yapmadı. Aksine ağzını daha da açıverdi. “Kürdan Kuşu” timsahın küçük diline dek sokuldu. Diş diplerindeki kırıntıları özenle temizleyiverdi. Timsah, dişlerinin bakımının yapıldığından, parlatıldığından emin, gözlerini zevkle yumdu. “Kürdan Kuşu” ile aralarındaki uyuma diyecek yoktu doğrusu. Eğer “Kürdan Kuşu” konuşmuş olsaydı, sanırım şöyle derdi; “Herkes efendim timsahı öldürücü, vahşi bir katil sanır. Oysa görüyorsunuz, ağzının içine dek girdiğim halde bana bir şey yapmıyor.”
“Kürdan Kuşu” ile timsah arasındaki bu ilişki günümüz medyasında aynen sürmektedir. Birçok seçkin, değerli, aydınlanmacı yazarlarımız bu örneğin dışında tutuyorum. Ama bazı “köşeli” yazarlar var ki, ben onlara cılk aydınlar, cılk gazeteciler diyorum, yukarıdaki “Kürdan Kuşları”nın görevini büyük bir başarıyla yerine getirmektedirler. Patronlarının gazetelerinde, televizyon yorumlarında herkese yol gösteriyorlar. Devleti eleştiriyorlar. Patronlarının çamaşırlarındaki kiri, iğrenç rüşvet lekelerini görmeden Atatürk’e orduya dil uzatıyorlar. Hükümetlere, siyasi partilere, sendikalara, toplumsan kuruluşlara akıl hocalığı yapıyorlar. Sıra paraların efendisi patronlara gelince susuyorlar. Onların yolsuzluklarından, aldıkları trilyonlarca liralık haksız kredilerden, medya kuruluşlarında çalışan on binlerin sendikalaşmasına izin vermediklerinden bir tek satır söz etmezler. Nasıl etsinler ki? Anlatırlar: Çamura, balçığa dönmüş haliç suyunda yüzmeye çalışan balığın biri, durmadan çevrenin, suyun kirliliğinden şikâyet edermiş. Balık arkadaşları: “Ne sızlanıp duruyorsun? Yetkililere şikayet et! Konuş!” demişler. Balığın verdiği cevap ilginçtir:
“Nasıl konuşayım. Ağzımı açsam su kaçacak…”
Bizim medya yazarlarımız da böyle; konuştukları an, patron timsah ağzını kapatacaktır. “Köşeli” yazarlar, bu gerçeği bilmelerine karşın, herkese “demokrasi” dersi verirler. Kalemini kürdan olarak kullanırlar. Köpek balıklarının vücut kirlerini temizleyip, patron kiriyle geçinen küçük, asalak balıklardan farksızdırlar. Çıkarlarına göre derilerinin rengini değiştiren, mevsimine göre tüylerinin renginde ayarlamalar yapan kuşlardan farksızdırlar.
Atatürk’ün Bandırma Vapuru ile değil, dev bir transatlantikle Samsun’a çıktığını, ulusal Kurtuluş Savaş’ımızın, Padişaha karşı yapılan toplu bir isyan olduğunu yazarlar. Cumhuriyet tarihimizin yetiştirdiği birbirinden değerli aydın ve sanatçılarımıza, örneğin Nâzım Hikmet’e, Hasan Ali Yücel’e, İ.H. Tonguç’a, Aziz Nesin’e, Yaşar Kemal’e, Yılmaz Güney’e kara çalmaya çalışırlar. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Nâzım Hikmet için: “İdeolojisi öldüğüne göre N.Hikmet’in şiiri de ölmüştür” diyenler onlardır. Aydınlanmacı, ödün vermez tutumu nedeniyle Cumhuriyet gazetesi ile Sayın İlhan Selçuk’a “dinozor”, “Malatya postası” diyenler onlardır. 77 yıl önce Anadolu’da kurtuluş mücadelesi veren Mustafa Kemal ile arkadaşlarına, yazılarıyla saldıran mütareke öncesi İstanbul kalemlerinden farksızdırlar. Emperyalizmin aydınlarıdırlar. Her yazdıklarında birkaç ihanet yatar.
Engin Ardıç, yıllar önce Köy Enstitüleri için “Enüsdü” başlığıyla, Türkiye Yazarlar Sendikası ile Aziz Nesin için “Sivas Olayları”nı bahane ederek “Aziz Aziz Aptal Aziz” diye yazacak denli körleşmiş bir kişidir. Aynı Engin Ardıç, Yılmaz Güney için bakınız ne diyor:
“Yılmaz Güney, bedeniyle ve sinemasıyla ölmüştür. Yılmaz Güney, birkaç komünist etkisinin nostalji muhabbetinden başka bir şey değildir.” (Star/2000)
Fatih Altaylı da şöyle yazıyor:
“Yılmaz Güney, kadın döven, entelektüel yönü zayıf, maço bir adam aslında… Kadın döven bir katilden bir mit yaratmak için gerçekler saptırılıyor. Benim için Yılmaz Güney, Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir. Bugün hâlâ Avrupa’da Yılmaz Güney’in mirasıdır başımıza bela olan.” (Hürriyet 25.01.2000).
Dostoyevski, “İnsanları işledikleri suçlara, günahlara bakarak yargılamayın. Onun asıl yapmayı istediği yüce değerlere, kutsal şeylere bakarak yargılayın” diyor.
Tolstoy’un kardeşi de bir gün roman yazmaya başlamış. Dostları bunu Tolstoy’a söylemişler: “Kardeşiniz de roman yazıyor” diye. Tolstoy: “Hayır o roman yazamaz. Çünkü acıyı bilmiyor. Acı çekmeyen kişi sanat yapamaz” demiş.
Yılmaz Güney, Tolstoy’un acı çeken sanatçı tanımına uyuyor. Yılmaz Güney, bin türlü yoksulluğun, acının içinden gelerek kendi kendini yaratmış büyük bir sinema dehasıdır. Nâzım Hikmet’ten sonra en çok hapis yatan bir aydın sanatçıdır. Günümüzde, ülkemizin her yanını kara bir bulut gibi saran “sayın hırsızlarımıza, bankaların içini boşaltanlara” bakınca, bu ülkede acı çekmek, yoksul olmak, dışlanmak bir şanstır, bir olanaktır. İnsan hiç olmasa onlar kadar kirlenmemiş, pislenmemiş olur. Varsıl kişilerin kurulu düzenle, politikacılarla olan ilişkiler yüzünden gırtlaklarına dek her türlü pisliğe battıklarını cümle âlem biliyor. Onlar içinde bulundukları parasal yüksekliği koruma telaşına düşmüşlerdir. Her an yuvarlanma, düşme tehlikesi içindedirler. Yılmaz Güney gibi, Orhan Kemal gibi halkın düzünde yaşayanların, en altta olanların böylesi sakıncaları yoktur. İktidarlara karşı en küçük bir ipotekleri yoktur. Onlar, başkasının eyerini kendi atlarına vurmazlar. Özgürdürler, kişilik sahibidirler.
Yılmaz Güney haksızlığa kesinlikle karşı bir sanatçıdır. Midyeye benzer kişiliği; içi yumuşak, dışı keskindir. Filmlerinde konuştuğu kadar, suskunluğu ile de oyun veren büyük bir aktördür. Çok yönlüdür; yönetmen, senarist, oyuncu, aydın, eylem adamı ve yazardır. “Boynu Bükük Öldüler” romanı ile Orhan Kemal Ödülü aldığı unutulmamalıdır. Onun sanatında acı çeken, eleştiren, başkaldıran insanların maceraları anlatılır. Düzgün yüzlü, bakımlı, bulvar suratlı kişilerden çok bakımsız, acı çekmiş, yoksul ama özlerinde gelişmeye, büyümeye olan gizil istekler taşıyanların sinemacısıdır o. Günümüz medyasındaki kimi yazarların son aylarda sıkça yineledikleri “Öteki Türkiye”nin sanatçısıdır Yılmaz Güney. Sahi, “Öteki Türkiye”nin insanlarını, yıllar önce Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mahmut Makal, Fakir Bayburt, Bekir Yıldız ve diğer toplumcu yazarlarımız yazmamışlar mıydı?
Kendi saksılarında, kendi kökleri üstünde donmuş kalmış olanların, patronlarının kucağına oturarak kendilerini süvari sananların, oturdukları yeri sorgulamayan “Kürdan Kuşları”nın bozkır kaktüslerine diyecek sözleri yoktur.
Bu konuşma, 2000 yılı, 37 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Cam Piramit’te düzenlenen, Bülent Oran, Nejat Saydam, Yılmaz Atadeniz, Yılmaz Duru ve Osman Şahin’in katıldığı, “Yılmaz Güney Paneli”nde tarafımdan yapılmış 25 Ekim 2000 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır
Copyright by Osman Sahin. All rights reserved.
Bütün yayın hakları ve fotoğraflar Osman Şahin'e aittir.
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Webdesign by Buket Sahin
OSMAN SAHIN - Edebiyat & Sinema
Goztepe, Istanbul
Turkey
ph: 216.363.5676
osman